KÖRLERİN DÜNYASI(Doğa, tabiat, sebepler yaratıcı olamaz)
“Gömleğin ilk düğmesi yanlış iliklenince öbürleri yanlış gider.” (C Brund)
Mahkeme salonu…
Kapılar açıldı. Mahkemeyi izlemeye gelenler salondan içeri girdiler. .
Mahkeme salonundayız..
Bugün karar günü. Karar açıklanacak.
Mahkeme başkanı kürsüsüne geçti, yerine oturdu.
Kürsünün alt kademesinde bir kâtip var.
Kâtibin önünde büyük bir daktilo var. Kâtip kâğıdı daktiloya taktı, merdaneden kâğıdı geçirdi. Görevini yapmaya hazır bir vaziyette mahkeme başkanının ağzından çıkacak kelimeleri bekliyor.
Duruşma başladı…
Mahkeme başkanı, yüksek ve gür bir sesle:
-“Gereği düşünüldü!” dedi.
Kâtip daktilonun tuşlarına dokunmaya başladı…
-“GEREĞİ DÜŞÜNÜLDÜ”
Daktilo yazmaya başlayınca, merdaneye vuran tuşların sert darbesi ve dehşetli sesi, kâğıdın üzerinde yaşayan “küçük cirimleri” rahatsız etti, huzurlarını kaçırdı.
İsterseniz kâğıdın üzerinde yaşayan bu küçük cirimlere küçük cisimler”, “mikroorganizmalar”, ‘’virüsler”, ‘’ mikroplar” ya da “bakteriler” diyebilirsiniz; fark etmez…
“Kâğıt ülkesi”nde yaşayan bu “küçük cirimler”, arka arkaya gelen bu dehşetli gürültüden ve darbeden korktular. Korkunç bir panik yaşadılar.
-“Ne oluyor? Bir darbe mi oldu? Bir ihtilal mi var?” Nedir bu gürültü, yoksa kıyamet mi kopuyor?” dediler.
Hemen bir araya geldiler, bir komisyon kurdular. Komisyon meseleyi masaya yatırdı. Konuştular, görüştüler. Sonuçta komisyon üyeleri:
Bu darbeyi yapan ve bu gürültüyü çıkaranların kim olduğunun kesin olarak bilinmesi lazım. Bu derin darbeyi yapanların su üzerine çıkması lazım. Bu konuda ‘’aydınlar”ımızı ve “bilim adamları”mızı yardıma çağıralım. Bu “kâğıt ülkesi”nde yaşayan değerli uzmanlarımızdan yardım isteyelim.” dediler.
“Kâğıt ülkesi’nde yaşayan en seçkin bilim adamlarını görevlendirdiler. Deneyimi yüksek bilim adamları çalıştılar çalıştılar, olayı çözmek için çok uğraştılar. En nihayet küçük cirimlerin “Yüksek Öğretim Kurulu”ndan şöyle bir değerlendirme geldi:
-“Olayı tezgâhlayan ve dehşet saçan ve sürekli merdaneyi dövenler demirden yapılmış tuşlardır. Ses ve darbe bu tuşlardan kaynaklanıyor.”
Tuşları daha yakından izlemeye aldılar. İlk darbeyi vuran tuşun (G) olduğunu keşfettiler. Araştırmalar sonunda ikinci tuşun (E) olduğunu ortaya koydular. Sonra üçüncü ve dördüncü tuşu buldular. Çok uzun ve yorucu araştırmaların sonunda şifre çözülmüştü:
- E. R. E. Ğ. İ. D, Ü. Ş. Ü. N. Ü, L. D. Ü.
Konu aydınlanmıştı. Suç bu demirden yapılmış balyozların, yani tuşların işi idi. Hükümlerini verdiler. Bu konu üzerine kitap yazdılar, yorum yaptılar, incelemelerini derinleştirdiler. Fakat yabancı dil bilmedikleri için kâğıdın üzerine yazılmış cümleyi okuyamadılar. Cümlenin ne manaya geldiğini çözemediler. Çözmeyi bir tarafa bırak, hiç düşünmediler bile.
Sonuç çok acı idi. Cümle okunamamış, mana anlaşılamamıştı. Olayın darp ve ses cephesi üzerinde durulmuş, fakat mesaj algılanmamıştı. Mana çözülmemişti.
Hikmet ehli bir kısım “küçük cirimler”:
-“Olayın derinliklerine inmemiz, “gerçek sebepleri” bilmemiz lazım. Sathi nazarımız, o küçücük aklımız bu meseleyi idrak edemez. Gelin bu işi daha iyi bilenlere soralım.” dediler.
Düşünce güzeldi, ama bu konuda kim onları aydınlatacak, kim yol gösterecekti?
İçlerinde güngörmüş, uzun ömürlü, deneyimli yaşlı bir cirim:
-“Bu iş bizim işimiz değil. Uzayda yaşayan canlı ufolara soralım. Onlara danışalım. Bana göre bu işi çözecek ‘karasinekler’dir ” dedi.
Bu görüş umumen kabul gördü. Karasineklerden bu ses ve darbenin kim tarafından yapıldığı sorulacak, bu darbenin arkasında kimlerin olduğu araştırılacak, sonuç bir rapor halinde kendilerine sunulacaktı.
Konu iletişim uzmanlarına havale edildi. İletişim uzmanları karasineklerle telefon görüşmesi yaptı. Karasinekler kapsam alanına bazen giriyor, bazen de kapsam alanından uzaklaşıyorlardı. Bir de karasineklerin sürekli “vız, vız.”ları iletişim kurmalarına oldukça mani oluyordu. Ama sonunda uzay hakkında ve ufolar üzerinde araştırma yapan bir ekip bu işi başardı.
Karasineklerle görüşüldü. Karasinekler görevi ciddiyetle üzerlerine aldılar. Karasinekler:
-“Bizim görüş alanımız çok geniş. Hiç merak etmeyiniz biz bu işi çözeceğiz.” dediler.
Artık araştırma karasineklere düşmüştü. Sinekler havalanacaklar, semâ âleminde tayeran edecekler, bu işin gerçek sebeplerini öğreneceklerdi.
Sinekler bir araya geldiler, konuyu görüştüler. Sonu sineklerin içinde uzayın derinliklerinde sörf yapacak en dirayetli bir pilotu bu iş ile görevlendirdiler. Görevlendirilene bu karasinek, çok maharetli bir pilot ve aynı zamanda Karasinekler Yüksek Öğretim Kurumu’nun seçkin, aydın bilim adamlarından birisiydi. Herkesin güvendiği bu bilim adamı, pilot karasinek teftiş yapacak ve gerçek sebebi ortaya çıkartmak amacıyla uçuşlara başlayacaktı.
Görevi üzerine alan bu karasinek, Yüksek Öğretim Kurumu’nda bir basın toplantısı düzenledi. Bütün üyeler ve basının seçkin gazetecileri toplantıdaydı. Çok bilimsel bir konuşma yaptı.
-“Biz Yüksek Öğretim Kurumu olarak ilme, kemale teslim olmuşuz. Kuvvetliyiz, gürüz, güçlüyüz.” Dedi. Ön localardan bir alkış koptu:
-“Biz senin arkandayız. Çağdaş, pozitif, ilerici bir bilim adamı olarak görevini yap.” dediler.
Etrafından ve malum çevresinden her türlü desteği alan pilot karasinek hazırlıklarını tamamladı. Uçuşlarına başladı. Bir hayli dalış yaptı, indi, çıktı. En nihayet, pek çok manevradan sonra kâtibin önünde duran büyük daktiloyu gördü:
“Tamam. Tam isabet. Aradığımı buldum.” dedi.
Uçtu, uçtu, sonunda daktilonun üstüne kondu. El ve ayakları ile bir test yaptı. Gördüğü bu sert cisim yenilecek ve içilecek bir şeye benzemiyordu.
-“Hayret bunun ne tadı var, ne tuzu! Bizim işimize hiç yaramaz. Ne yeniyor, ne içiliyor! Ama görevim var, tespit ve değerlendirme yapmam lazım.” dedi.
Bir müddet daktiloyu izlemeye koyuldu. Daktilodaki tuşların merdaneye inip kalkarak vurduğunu gördü. Biraz daha dikkat etti, daktilonun klavyesini gördü. Klavyede harfler dizilmişti.
-“Hımm…” dedi. “Şifre bu makine.. Bu harflerde, bu dizilişte bir sır var. Tamam, şifreyi keşfettim. Şifre 29 harf ve 10 tane rakam. Ne yapıyorsa bunlar yapıyor. Bu iş bunların başının altından çıkıyor.” dedi.
Döndü, arkadaşlarının yanına iniş yaptı. Arkadaşları başına üşüştüler.
-“Söyle, ne gördün? Ne keşfettin?” dediler.
Pilot karasinek, gururlu kaşları, enaniyetli bakışlarıyla, ilim döken, hikmet savuran bir feylesof gibi gayet emin bir şekilde konuşmaya başladı:
-“Çok büyük sert bir cisim gördüm. Ama bizim işimize yaramaz. Ne yenilir ne de içilir. Ne de bir menfaat sağlanır. Belki bir makine.. Sanki otomatiğe bağlanmış gibi.. Belki de kendi kendine kurulmuş bir robot.. Her şey bu makinenin başından çıkıyor. Bu makinenin şifresini ben keşfettim.. Ben..! Tam 29 harf… Ve bir kısım rakamlar… Ne yapıyorsa bu makine yapıyor, ne yapılıyorsa bu harf ve rakamlarla yapılıyor. Bütün tezgâhlar, ses ve gürültüler bunların başının altından çıkıyor.” dedi. Küçük cisimler, söylenenden bir şey anlamadılar. “Makine”, “29 harf”, “rakamlar”, “robot”, “otomatik”… Ne demekti bunlar..! Kafalar iyice karıştı..
Bu arada medya boş durur mu? Olaya el koydu..
-“İşte pozitif gerçekler.. İşin arkasındaki gerçek sebepler keşfedildi.” diye yazdı yakıştırdı, attı yapıştırdı..
İlim adamları “buna bir ad koymalıyız.” dediler. Her kafadan bir ses çıktı. Bazıları:
-“Bu işin arkasında 29 tane harf ve rakamlar var dedi. İnancı noksan cirimlerden bir kısmı bu makineye “doğa” dediler, eski kaşarlılar, kaşarlanmış olanlar da “tabiat” ismini taktılar.
Karasinekler, kararmış kalpleriyle “doğa” kelimesini beğendiler. “Tabiat” kelimesine de kendini beğenmiş bir kısım dinazor bilim adamları sahip çıktı.
Sonuçta, kalpler teskin olmadı, açıklamalar inandırıcı gelmedi. Bu işin daha ilerisi araştırılmalıydı.
Yaşlı ve deneyimli olan bir grup karasinek bir fikir ortaya attılar:
-“Bizden çok daha fazla yükseklere çıkan “karakargalar” var. İsterseniz onlarla biz iletişim kuralım, bize yardımcı olsunlar.” dediler.
Karasinekler, karakargalar ile temasa geçtiler Bu araştırılmasını istediler.
Şimdi görev karakargaların idi! Uçuş mahareti en yüksek olan bir karakarga görevi yüklendi. Uçtu, uçtu, yükseklere tırmandı. Daktiloya ulaştı. Daktilonun etrafında birkaç tur attı. İyice yaklaştı. Artık daktiloyu net bir biçimde görüyordu. Daktilodaki klavye dikkatini çekti. Biraz daha dikkat edince on parmağın maharetle klavye üzerinde tuşlara bastığını gördü. Arşimet gibi;
-“Tama. Tamam! Buldum. Buldum!” dedi.
Hemen bu gördüklerini karasineklere, karasinekler de küçük cirimlere ulaştırdı. Karakarganın mesajı şöyle idi:
-“Doğa ya da tabiat dediğiniz makinenin önünde iş gören 10 parmak var. Ne yapıyorsa, bu işi bu on parmak yapıyor. Demek ki bütün hüner bu parmaklarda…!” dedi.
Bir kısmı bu parmaklara inandı, bir kısmı da:
-“Hayır, hayır..! Bu işi, kesin olarak otomatik doğa kanunu yürütüyor.” dediler. Bazıları da karakargaya hiddet ettiler:
-“Sen bu işe parmak karıştırdın, işimizi bozdun!” dediler.
İhtilaflar büyüdü, kâğıt ülkesinde pek çok felsefi düşünceler, ekoller ortaya çıktı. Yazdılar, çizdiler, saf kafaları karıştırdılar. Kargaşa uzayıp gidince, deneyimli ve yaşlı diğer bir karga bir görüş ortaya attı:
-“Bizden daha kabiliyetli ve uzay derinliklerinde kanat çırpan “baykuş”lar var. Onların gözleri daha keskin ferasetleri daha yüksektir. İsterseniz onlara danışalım. Onların gözlemlerine müracaat edelim.” dedi.
Baykuşlarla iletişim kuruldu. Dirayetli, gözü keskin bir baykuş, görevi ciddiyetle üzerine aldı.
-“Ben olaya yukarıdan bakacağım ve bu işi kesin olarak çözeceğim.” dedi. O da uçtu, daktiloyu aştı, parmakları da geçti, daha yukarılara çıktı. Yükseldiği menzilde görünen manzara şu idi:
Bir adam sandalyede oturmuş, önünde büyük bir daktilo. Bu adam gözü ile klavyeyi takip ediyor. Parmakları ile de tuşlara basıyor, yazı yazıyordu.
Baykuş:
-“İşte şimdi iş tamam, işin sırrını çözdüm. Bu işin arkasında birisi var. Tuşlara vuran, bu birisi…!” dedi. Döndü geldi.
Kendisinden bir basın toplantısı yapmasını istediler.
Durun!” dedi Bay Baykuş.. “Gördüğüm müthiş bir şey.. Hemen anlatamam. Bana müsaade edin. Gördüklerimi rapor edeceğim, daha sonra sizlere sunacağım, dedi
-“Tamam!” dediler, kabul ettiler. Bir hafta sonraya bir toplantı tarihi belirlendi.
Bay Baykuş, bu toplantıda bu işi yapanın, daha açıkçası daktiloyu yazanın, tuşlara vuranın, merdaneye yazıyı çıkaranın bir insan olduğunu açıklayacaktı.
Açıklayacaktı ama ortada çok büyük bir problem vardı. İnsanın koskocaman bir başı vardı. Geniş omuzları, görkemli bir vücudu vardı. Başı dünya kadar büyük, vücudu bir yıldız kümesi kadar geniş şu insanı, bu mikroplara nasıl anlatacaktı? Nasıl izah edecekti”
Kendi kendine.
-“Hayır, hayır..! Yüz bin sene uğraşsam bu mikropların hiçbirine insanı anlatamam! Bu mikropların insanlıkla hiçbir alakaları yok. Ne insanın maddesini tanırlar, ne de maneviyatını bilirler. Hayır, hayır, ben tanırım bu mikropları… Akıl ve izanları yoktur, vicdanları da kurumuştur bunların… Mümkün değil, inanmazlar… İnsan hakkında konuşursam, söylediklerimi hep mübalağa zannedecekler.
Beni hayalperestlik ile efsane üretmekle itham edecekler. Hiçbirisi bana inanmayacaktır. Hem sonra şu medya var ya şu medya! Nasıl bir yaygara çıkartacak, tozu dumana katacak!” dedi.
Bir hafta boyunca bunları derin derin düşündü. Nihayet kararını verdi. İnsanı bir matematik model içinde açıklayacaktı!
Toplantı günü geldi, çattı.
Bu bilimsel toplantıya herkes davet edilmişti. Bütün baykuşlar, bütün karakargalar, bütün karasinekler ve kâğıt ülkesindeki bütün mikroplar bu toplantıya iştirak ettiler. Kâğıt ülkesinde mikropların bir âdeti vardı. Nerede çağdaş fikirler, bilimsel toplantılar olursa, herkesten önce o mikroplar salonları doldururlar, geçer en ön sıralara otururlar, gururlu kibirli yalçın kaya gibi bir kütle oluştururlardı ve nerede çarpık düşünceler varsa, bu düşüncelerin öncülüğünü hep mikroplar yapardı.
Bay Baykuş kürsüye geldi. Bir alkış tufanı koptu. Baykuşların dehşet veren sesleri, karakargaların “gak gak”ları, karasineklerin “vızz, vızz”ları salonu çınlattı. Gürültünün şiddetinden mikropların kulakları çatlayacak hale geldi.
-“Değerli misafirler!
Şimdi size şu keskin gözlerimle gördüğüm manzarayı açıklayacağım. Bu iş “tabiat” denilen klavyenin işi değil. Bu iş on parmakların da işi değil.. Bu işin arkasında büyük bir varlık var. Hayal edemeyeceğiniz derecede büyük dev bir yaratık var.”
Salondan sesler yükseldi:
-“Nedir o varlık, açıkla!”
Ön sıralarda oturan bir mikrop temsilcisi ayağa kalktı:
-“Merak ettiğimiz o büyük yaratığı açıkla!” dedi. Baykuş:
-“Bu varlığın büyük bir başı var. Çok büyük bir gövdesi ve sürekli hareket eden iki de eli.” dedi.
Bir mikrop hiddet içinde hemen öne atıldı, mikrop saçan nefesiyle:
-“Konuştuklarına bakın şu baykuşun..! Söylediklerinde zerre miktar mantık ve muhakeme var mı? Yok efendim çok büyük bir gövdesi varmış, sürekli hareket eden elleri varmış, mış, mış, mış.. Bizi masallar ülkesine götürdü. Bizi devler ülkesinde gezdirecek. İn o kürsüden aşağı, bizi masallarla uyutma, in aşağı!” dedi.
Baykuş, içinden kendi kendine “Hele şunun cirmine bak! Sergilediği terbiyesizliğe bak! Bu memleket bu mikroplardan neler çekiyor.” dedi. Ama duruşunu bozmadı. O ara bir karakarga:
-“Lütfen medeni olalım. Saygı gösterelim hatibe. Lütfen, devam edin!” dedi.
Baykuş:
-“Bir iki dakika sabredin, şimdi size gerekli açıklamaları yapacağım.” dedi.
Toplantı salonunda bu büyük yaratığı herkesten önce mikroplar çok merak ediyorlardı. Daha yakından izlemek için mikroplar hızlı hızlı koşarak kürsünün önünde toplanmaya başladılar. Bir araya geldiler, iç içe girdiler, kenetlendiler. Ama bir araya gelen bu mikropların hepsi bir toplu iğnenin başı kadar bile olamadı.
Baykuş:
-“Değerli konuklar! Şimdi sizlere, gördüğüm o koca dev varlığın büyüklüğünü bir matematik model ışığında açıklayacağım.” dedi.
Kanatlarını kuvvetli silkti, kanatları arasından ışıl ışıl parlayan bir “inci” tanesi yere yuvarlandı.
Mikroplar, yuvarlanan inci tanesinin üzerlerine gelip; kendilerini ezeceğinden korktular.
Baykuş:
-“Korkmayın. Bu gördüğünüz bir inci…
Dünyanın en kıymetli mücevherlerinden birisi… Şu incinin ışıldayan güzelliğine bakın. İyice tanıyın şu inciyi… Çünkü ben formülümü, bu inci üzerine kuracağım.
Modelimin formülü şu:
Büyük varlık (İnsan) = [(İnci tanesi) x (Yüz milyar)]”
İşte dev yaratığın büyüklüğü bu!” dedi.
Dinleyenler şaşırıp kalmıştı. Toplantıya gelen kuş beyinlilerin hiç birisi bir şey anlamamıştı.
Olay, matematik model içinde iyice bir gizem kazanmıştı.
Anlaşılmayan bir mana, anlaşılmayan matematik kavramlarla yepyeni bir boyut içinde takdim edilmişti.
Basın toplantısı bitince, salon bir sessizliğe gömüldü. Kafalar iyice karışmıştı. “Yüz milyar” ne demekti? Bu inci tanesini yüz milyar ile çarpmak da nereden çıkmıştı? Şu “çarpı” işareti de ne demek oluyordu? Peki ama bunları çarpmakla ne elde edilecekti? Bu inci de nereden çıkmıştı? O kadar taş, kaya parçası varken, durup dururken incinin formüle aktarılmasının bir felsefi derinliği mi vardı acaba?
Bir kuş ayağa kalktı:
-“Bu derin ifadeleri burada hazır bulunan Yüksek Öğretim Kurumu üyeleri bizlere açıklasın. İzahatta bulunsun.” dedi.
Süslü kaftanlı, ama içleri kof, kafaları siyaset ile dolu parlak ve şarlak bilim adamları kürsüye geldiler. Kelimeleri ağızlarında evirdiler, çevirdiler, ilim adına doğru dürüst laf edemediler. İşi bilimsel çizgiden çıkartıp, siyaset cambazlığına döktüler. Laf ürettiler, laf döktüler.
Bu konuşmalardan sonra dinleyicilerin kafası tekrar karıştı. Herkes bir şeyler söylemeye, her kafadan bir ses çıkmaya başladı.
En sonunda bu bilimsel toplantıda yapılan konuşmaları bir araya getirip bir kitap olarak basmaya ve kuşlar âlemine ulaştırmaya karar verdiler.
Bütün kuşlar âlemi bu kitabı inceleyecek, değerlendirmelerde bulunacaktı.
Toplantı iki ay sonraya tehir edilmişti.
Kitap kuşlar âlemine ulaştırıldı. Kuşlar dünyası değerlendirmelerde bulundu. Farklı felsefi düşünceler tekrar gündeme geldi. Medya abarttı. İdeoloji pazarlamacıları işlerine geldiği gibi pazarladılar. İdrakler sersemleşti, kalpler dağıldı. Ortalık toz ve dumana çevrildi.
İki ay sonra toplantıda tekrar bir araya geldiler.
Herkes, kendi fikrini savunmaya başladı.
Söz uzadı.
Sonunda, idrak ve intikali keskin, marifet yüklü, hakikat eksenli bazı yüksek ruhlu kuşlar Bay Baykuş’a soru sormaya başladılar:
-“Başka bir şey görmedin mi? Ya da başka bir ses işitmedin mi?” dediler.
Baykuş bir müddet düşündü. 0lay hatırlamaya çalıştı. Sonunda;
-“Evet, evet.” dedi. “Klavyeye parmakları ile dokunan adamın arkasından bir ses geliyordu. Evet, ben o sesi işittim! Duydum ben o sesi..! Sanki gaybdan gelen gür ve tok bir ses idi..!”
Tekrar bir tufan koptu. Kelaynaklar, bütün yarasalar, karanlık dehlizlerde dolaşan, karanlık mağaralarda yaşayan kara ruhlu, kara maskeli, kara yüzlü bütün kuşlar hep birlikte toptan itiraza başladılar:
-“Biz çağdaşız. Biz medeniyiz. Bu hangi asır! Biz öyle gaybi seslere inanmayız. Kulak da vermeyiz. Böyle çağ dışı masallarla bizi avutma!” dediler.
Gürültü ziyadeleşti.
Tekrar farklı düşünceler, değişik fikirler gündeme geldi. Kafalar iyice karıştı.
Bir çözüm üretilemedi. Bir netice alınamadı.
Kuşlar dağıldılar.
…
Aklı başında, kalbi yerinde olan bir kısım mübarek kuşlar: güvercinler, bülbüller, kanaryalar, kumrular, turnalar, muhabbet kuşları ve üveyikler bir araya geldiler. Meseleyi inceden inceye tekrar düşündüler. Sonunda:
-‘’Yemenden haber getiren ‘Hüdhüd’ kuşu bize rehberlik yapsın. Onun rehberliğinde, bütün kuşların sultanı, efendisi ve padişahı olan ‘Zümrüdü Anka’ kuşuna gidelim!” dediler.
Hüdhüd kuşu, bu kuşlardan bir heyet ile beraber uçtu, uçtu. Kaf Dağı’nı aştı…
Kaf Dağının arkasındaki Zümrüd-ü Anka’ya ulaştı.
Anlattılar, başlarından geçen olayları tek tek. Dinledi Zümrüd-ü Anka onları…
Hikmet ehliydi. ‘Emin’di, halis ve samimiydi Anka…
Sırlar âlemi ile irtibatı vardı Anka’nın…
Tertemiz kalbiyle ruhu arşa yükselen bir melekti sanki Zümrüd-ü Anka…
Onlara şöyle seslendi:
-“Perdeler birbiri içinde.
Birbiriyle ilişkili.
Maddi sebep ve unsurlar daktilonun tuşları gibi…
O tuşların arkasında kanunlar var. O kanunları anlamayanlar klavyeye takılır, klavyede kalırlar. Klavyeyi müessir ve muktedir görür, “tabiat” zannederler.
O klavyenin arkasında parmaklar var, kâtip var.
Kanunların arkasında, parmak misal iş gören melekler var…
Kâtip manasında kudret ve tasarrufat-ı İlahiye’nin azim bir dairesi olan arş var; “Arş-ı Ala” var.
Bunlar, kudret ve tasarrufat-ı İlahiye’ye birer perde…
Melekler de perde…
“Kâtip” de perde…
Gerçek sırlar ve derin hakikatler kâtibin arkasında…!
Kâtip, yüksek mahkemenin kalem dairesi… Emir ve iradenin tecellisine ayine olmuş.
Kâtibin, tek başına hüküm verme ve kararı belirleme güç ve yetkisi yok..
Emir ve yetki, güç ve iktidar, kuvvet ve kudret kâtibin değil… Kâtibe seslenen, kâtibe emir buyuran “Hâkim”in…!
Gerçek iktidar ve tasarruf, doğrudan doğruya o büyük Hâkim’in elinde.
O isterse her şey olur…
İstemezse hiç bir şey olmaz…
Hâkimiyet, istiklaliyet ve ferdiyet yalnız O’na aittir…
Kalem dairesi O’nun emrine nihayet itaattedir..
İşte gerçek budur..!
…
Ama bir kısım kuşlar bu gerçeği göremediler.
Vasıtalara takıldılar.
Yazıyı hiç okuyamadılar.
Yazıdaki mesajı hiç akıllarına getirmediler.
Hiç düşünmediler.
Gurur ve kibirleri idraklerini örttü.
Hep kabukta, kısırda dolaşıp durdular.” dedi.
Mübarek kuşlar bu hikmetli sözlerden, bu hakikatli ifadelerden çok istifade ettiler, çok lezzet aldılar. Heyetten bir güvercin;
-“Kuşlar taifesine sunmak istediğiniz bir mesajınız var mı?” diye sordu.
Zümrüd-ü Anka, tüm kuşlara hitaben şöyle nida etti:
-“Ey kuşlar ve kuşçuklar!
Aklınızı başınıza alın!
Artık şu sebepler dünyasını, şu tabiat fikrini terk edin!
Vasıtalarda boğulmayın!
Sebeplere takılmayın!
O yüksek sese kulak verin!
O kutsi mesajı okuyun!
O büyük Hâkimin sözlerine muhatap olun!” dedi.
Evet, hikâyemiz bu kadar.
Bu hikâyenin ışığında bakıldığında sebeplere takılanlar takım takım. Her takım kendi hülyasında, kendi sevdasında. Kimisi genlere takılmış, kimisi 114 elementin peşinde, kimisi atom diyor, kimisi tabiat. Kimisi tesadüf…
Ama gerçek şu ki sebepler birbirine hikmetle bağlanmış. Kâinata bir nizam verilmiş, her şey bir intizam içinde halk edilmiş. Bu intizamın akışında takdir, hüküm, karar ve icraat O Hâkim-i Ezelînin, O Sultan-ı Ebedî’nin. O Malik-i Sermedî’nin… (Kimdir Şu Tabiat Ana-Prof. Dr. Şener Dilek-Feyza Yayınlar)
EVREN SAÇMA MI?
Âlemin yaratılmasındaki gaye bilinmezse tüm gerçeklerin kökü kurur… Başında bir olmayan sıfırlara döner varlıklar, değerler, çabalar… İnsan bir süre yaşayıp sonra yok olacak, bir daha da dirilmeyecekse yine böyle olur… Ne insan olmanın, ne hayatın, ne erdemin, ne de bilimin hiçbir anlamı kalmaz.
Âlem sayfalarında sayısız hikmetler okunsun da o hikmetler bir hikmet sahibinden gelmesin, bu mümkün mü? Bu âlem, içindeki bütün varlıklarla birlikte insanı netice versin de o değerli insanın varlığı hikmetsiz olsun… O insan ölümle yok olsun gitsin… Bunu hangi akıl kabul eder…
Videolar:
*(Bizi Seven Var 48. Video “21.Bizi Seven Var 48. “Körlerin Dünyası(Doğa, Tabiat, Sebepler Yaratıcı Olamaz)” 9.Sınıf 12.Ders 5 Dk” 9.Sınıf 12.Ders)
*(Bizi Seven Var 48. Video “Tabiat Yaratıcı Olabilir mi-Hülasa 4 Dk” 9.Sınıf 12.Ders)