İNSANA VERİLEN DUYGULARIN NİÇİN VERİLDİĞİNE DAİR?
Kabul etme reddetme duygu ve becerisi var insanda. İyilik ve kötülük yapmak isteği var insanda. Sevme, nefret etme gibi güçlü duygular var insanda. Bunlar nedir? Niçin verilmiş insana? Nerelerde lazım bu beceriler?
Kendi bağına giriyorsun. Çok sevdiğin narların henüz olgunlaşmamış. Komşu bağın kırmızı narları sanki sana göz kırpıyorlar. Bir ara çalmayı düşündün. Kalbin atışları değişti. Hemen uzanamıyorsun. “Alayım mı almayayım mı?” diye düşünmeye başladın. “Yok olmaz, haramdır. Hem bir gören olur mu” dersin? Ya da, “Allah (cc) görür!” veyahut “küçük bir şey, affeder” gibi bir sürü soru-cevap bunalımına girdin işte.
Netice, içinden ya; “Al canım, bir şey olmaz” fısıltısını -rahatsız bir gönülle- kabullenir alırsın. Ya da “Olur mu? İnsan bir nara tenezzül eder mi? Rezillik… Hem günah değil mi? Allah (cc) görüyor, olmaz,..” diyor, almaktan, yani hırsızlıktan vazgeçiyorsunuz.
İçinde olanlar ne idi? “Al” diyen kimdi? “Alma” diyen kimdi? Seni bocalatan bu hal ne haldi öyle?
Televizyon seyrediyorsunuz. Görüntüler öylesine garip ki, insanlığından utanıyorsun. Annen, ablan yanında terliyor ve kızarıyorsun. Sonra, “olmaz” bakmayayım diyorsun. Ama içini yenemiyor yine bakıyorsun. Öyle bir duruma geliyorsun ki, insanlığın isyan ediyor da içini teslim alamıyor, bocalıyorsun. İçinde müthiş bir savaşın olduğunu hissediyorsun. Ekranda gördüklerinin % 99’una “evet” diyemiyor; zararına, kötülüğüne inanıyor, tecrübelerinle kendini kesin ikna ediyorsun. Ancak, savaş hâlâ devam ediyor; içinde belli-belirsiz hisler çarpışıyor.
Netice; ya, bütün gücünle ağırlığını koyuyor kendi içindeki kötü hislerini, inadını yeniyor, “Hayır” diyor, uygunsuz haram görüntüleri seyretmemeye karar veriyorsun. Veya da çirkinliğini bile bile zararını göre göre, utana sıkıla seyretmeye devam ediyorsun.
İçinde olup-bitenleri tahlil edebildin mi? Sen ne diyorsun bu işe? Çıkarabildiğin bir ders yok mu? Bu olay, bu seyri ile neticede, bize hangi gerçekleri fısıldıyor?
Saatlerin, havadan ve sudan konuşmalarla geçiyor. Birisi geliyor,
“Namaz kılmanız Allah’ın (cc) emri; farz. Hem sevabı da çok, çok da lezzetli” diyor. Size ölüm gibi geliyor bu teklif…
Peki, namaz kılmak bu kadar zor mu? Hayır! Namaz kılanın bu yüzden uğradığı bir zarar var mı? Hayır! Seni iğrendirici bir yönü var mı? Hayır! Peki niçin bu kadar ağır geliyor sana namaz kılmak? Niçin “sadık” Müslümanlara tatlı mı tatlı? Gerçek mü’min namazdan zevk alacak seviyeye gelebilmek için, niçin uzun mücadeleler veriyor? Bu merhale ne? Bu değişiklikler neleri ifade ediyor?
Bütün bunlar neden?…
Başta Allah (cc) olmak üzere, adam hiçbir şeye inanmıyor. Önüne serilen gerçekler karşısında ise sadece susuyor, ama hiçbirini reddedemiyor. Ama yine de inanmıyor; niçin? “Heykel, heykeltıraşsız, ustasız olamaz” diyor ama harikalarla ve hayatla dolu kendi vücudunun ustasız olacağını fısıldar gibi oluyor! Hiçbir tutanağı ve kendisini destekleyici, mantıktan kırıntı taşıyan bir tek ifadesi olmadığı halde… Adam, hayatı yalan dolu nice insanlara güvenip inanıyor. Bunun, belki farkında bile değil. Fakat Efendimiz (sav)’e, kendisinden hayatında bir tek yalan duymadığı halde, “Emin Muhammed” dediği halde inanmıyor. Bugünün Ebû Cehil’i de aynen böyle. İnsanla, bu gerçekler arasına giren ne? “Lanetlik” aracılar mı var? Nedir bunlar?
İnkârcı olmadığını bildiğim fakat cuma namazını olsun kılmayan sakallı bir gence İslâm’dan bir şeyler hatırlatmak istedim. Selamdan sonra, “Bak ne güzel de sakalın var. Hiç değilse cuma namazlarında görebilsek sizleri” dedim. Ne dese iyi:
-Sakalım moda sakalı!
-Ama siz Hz. Muhammed’in (sav) ümmetisiniz.
-Evet… ama…
-Evet, ama?
-Ben daha gencim, sünnet olan sakalı bu yaşta bırakamam.
-Ama sakal aynı olacak, sadece niyetiniz değişecek.
Cevap yok… Sadece yüzü kızarıyor ve benim oradan ayrılmamı istiyor gibiydi. Ve ayrıldım; ama ben de kızarmıştım. Çünkü onun bu halinden kendimi de sorumlu tutuyor ve suçluyordum. Bizler öğretmedik ve güzel örnek olmadık ki! Onların önüne kurulan lanetlik tuzakları bozmadık, bozulmasına istendiği kadar fedakârlıkla yardımcı olmadık ki!.. Bu ve benzeri gençlerimize, ‘moda sakalını’ güle oynaya bıraktıran kimdi?
“Sünnet Sakal” dan nefret ettiren kimdi ve ne idi?
Her sahada, faydalı ve iyi olduğunu bildiğimiz işleri, içimizden muhkem kaleleri fethetmeden yapabiliyor muyuz?
Her sahada, zararlı ve kötü olduğunu bildiğimiz işleri yapmada bocalıyor, yaptıktan sonra da pişmanlık içinde kıvranmıyor muyuz? Bütün bunlar niçin?
Evet… Şu insan yalnız değil! Şu insan, et-kemik yığını değil!
Şu insanın içinde, iyiye ve kötüye teşvik eden güçler var. Akıl, irade, rehber -İslâm- bir kefede; şeytan, nefis diğer kefede.
Cenâb-ı Hak bu hususta, Hz. Yusuf (as)’dan naklen şöyle buyuruyor:
“Muhakkak nefis, elbette kötülüğü emreder. Ancak, Rabbimin merhamet ettiği koruduğu müstesna” (Yusuf Sûresi, 12/53)
“Şeytan sizi, fakir olmaktan korkutur. Ve size cimriliği; emreder. Allah ise, size af ve bolluk vaadeder.” (Bakara Sûresi, 2/268)
“Muhakkak şeytan, insanın açık bir düşmanıdır.” (Yusuf Sûresi. 12/5)
Nefis ve şeytanı yaratandan gelen ilahî mesaj bu!… Yukarıda bazı örneklerle varlığını sezmeye çalıştığımız nefis ve şeytan, Allah’ın (cc), varlığını bize ilan ettiği nefis ve şeytanın ta kendisidir.
Bugün, düşünebilen, dünyanın büyüklüğünü, temizliğini ve doğruluğunu kabul etmek zorunda kaldığı Allah’ın Resulü Efendimiz (sav) ile hep ters yaşamış çılgın Ebu Cehil, aynı neticeye kavuşmuş gibi toprakta eşit olarak yatmıyorlar mı? Bu eşit yatış mümkün mü? Hangi akıl ve hangi vicdan böyle bir yatışı kabul edebilir? Bu ürpertici muammanın çözüm yolu, ahiret, hesap, ceza ve mükâfat âlemi olan cennet ve cehennem değil midir? Bu neticeyi kabul etmeden hangi olayı neticeye bağlayabilir de, huzura kavuşabilirsiniz
Demek; hesaba; “GERÇEK HAYAT’a gidiyoruz. Kaçınılmaz ve zaruri bir gidiş… Hazır mıyız? Hazır mısın bu gelecek hayata? Gölgelerin gittiği, hayallerin bittiği ve “HAKİKAT’lerin sergilendiği asıl hayatına hazır mısın? Neye, nelere hazırlanıyoruz? Yatırımlarımız, plânlarımız, düşünce ve yorumlarımız neye ve nereye? Akıllı geçindiğimize göre evet; nereye hazırlanıyoruz?
Videolar:
